Genç bir gazetecinin Yılmaz Özdil'e cevabi yazısıdır.
Çünkü...
Bir İngiliz siyasi analist, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad için “iğne ile kuyu kazabilecek bir sabra sahip” değerlendirmesinde bulunmuştu. Halk TV’ye verdiği röportajı izlediyseniz, Esad’ın gerçekten de ülkesinin maruz kaldığı tüm komplolara, ihanetlere, yağmaya, kıyıma, yalana, talana rağmen ne kadar soğukkanlı, sakin ve seviyeli konuşup hâlâ inatla barıştan, kardeşlikten söz ettiğini görmüşsünüzdür.
Suriye halkının Esad’a yakıştırdığı sıfatlardan biri “muallim” yani öğretmendir. Halka nedenini sorduğunuzda Esad’ın kendilerine düşmanı, düşmana karşı nasıl dik durulması gerektiğini, birlik ve beraberliği öğretip kendi davranışlarıyla da göstererek örnek olduğunu söylerler. Esad her konuda eleştirilebilir ama üslubu, seviyesi, konuşurken seçtiği kelimeler ile ilgili eleştirilecek bir tarafı olmamakla birlikte bu özelliğinin düşmanlarında bile hayranlık uyandırdığından hiç kuşkum yok. Esad’ın vatandaşlarından birine “ananı da al git” dediğini tasavvur edemiyorum mesela… İmkansız…
Yılmaz Özdil’in de “Başbakan’a eleştiri yapılmasına izin vermem” dediği televizyon programı süresince başka bir ülkenin devlet başkanı olan Esad’a “Ortadoğu Hacivatı, kasap, cellat” gibi hakaretlerde bulunduğunu izlemişsinizdir. Sahip çıkıp eleştirilmesini kabul etmediği başbakan ise iki buçuk yıldır her yerde, her fırsatta Esad’a yönelik hakaretler yağdırdı, tehditler savurdu…
Başbakan her ağzını açıp Suriye ile ilgili konuştuğunda, utandım ben.
Utandım; çünkü emperyalizmin bölgemize girmek için seçtiği kapıyı İslami kılığa bürünmüş emperyalist uşakları aracılığıyla zorlayan bir Başbakanımız var.
Utandım; çünkü ülkeyi kan gölüne çeviren “muhalefet” dedikleri haydutların güzel İstanbul’da ağırlandıklarını, o “muhalif”lerin TV kanallarında arkalarına boğaz manzarasını alarak kin ve nefretlerini nasıl kustuklarını seyrettim.
Çünkü Filistinli, Iraklı mülteciler Suriye’ye geldiklerinde onları kendi evlerinde ağırlayan Suriyelilerin Hatay’da kar altındaki çadırlarda, İstanbul, İzmir, Ankara sokaklarında nasıl yaşadıklarını, kız çocuklarının tecavüze uğradıklarını, satıldıklarını izledim.
Çünkü korkunç bir patlamadan sonra yerden aldığı insan etini olay yerine gelen kameralara gösterip “bu mu senin demokrasin ey Erdoğan!” diye çığlık atan bir babayı işittim…
Çünkü Şam’ın caddelerinden birinde kulakları delen sesleriyle arka arkaya ambulanslar geçerken birbirlerini tanımadıkları halde birbirleriyle konuşan, suratlarını asmış bir topluluğa yaklaştığımda “nereden geliyor bu silahlar, Türkiye’den!” dedikten sonra Türkiyeli olduğumu öğrendiklerinde, “Türkiye derken, hükümeti kastediyoruz, sakın yanlış anlama kızım” diyen insanların masumiyetini gördüm.
Çünkü annesi keskin nişancılar tarafından vurulduktan sonra karıncaya bile kıyamayacak bir insan olduğu halde doktorasını bırakıp silah taşıyan; ailesinin tüm fertleri katledildiği için bu dünyada yapayalnız kalan; yirmili yaşlarında kaçırılıp gördüğü işkenceler sonucu felç kalan arkadaşlarım var benim. Çünkü yapılan işkenceleri bildiği için kayıp çocuklarının kaçırılmamış, ölmüş olması için dua eden anneler tanıyorum…
AKP’nin Suriye’ye yönelik politikasını eleştirdiğinizde “Baasçı” veya “şebbihacı” diye suçlayan veya etiketleyen, meseleyi bize sadece Esad ve haklarını isteyen “muhalifler” meselesi gibi gösterip “Zalim Esad” propagandasıyla yola çıkan cahil “aydın”lar konuştukça utandım ben…
Yüzü Batı’ya dönük olduğu için medeni(!) olduğunu düşünüyor ve Batı’nın kanlı yüzünü göremiyor birçok gazetecimiz. Söylediği sözlerden, yaptığı eylemlerden sorumlu olduğunu bilmektir iyi gazeteci olmak; vicdan azabı denen, insanları geceleri yatağında uyutmayan o duygudan uzak, huzurlu bir yaşama sahip olmaktır…
Sevra Baklacı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.